İnovasyon Modelleri ve Katma Değerli İnovasyon
RoyRotwell’in 1992 tarihli makalesinden yola çıkarak, farklı disiplinlerdeki kişilerin ve katkılarının iktisadi değer sağlayacak şekilde teknolojilerin oluşturulmasında nasıl sentezlenebileceğini belirlemek amacı ile inovasyon modelleri ortaya çıkmıştır (Philimore 2003).
Rotwell’in “İnovasyon modellerinin beş nesli” çalışmalarından yola çıkan Hobday (2005)’e göre birinci nesil inovasyon modelleri 1950 yılında ortaya çıkan ve basit doğrusal inovasyon modeli olan “Teknoloji itki Modeli” dir. Bu modelleme türünde inovasyonun daha önce elde edilen noktaların birbiri ardına birleştirilerek oluşan süreç sonunda elde edildiği belirtilmiştir. Bilimsel bir buluşun öncelikle bilgi toplama, inceleme ile tespit edildiğini, ardından bu adımları ise uygulamalı bilimin izlediğini öne sürer. Bu uygulamalı araştırma yöntemi, izlenen adımların sonunda teknolojik bir yenilik elde edilmesini sağlar ve inovasyon değeri taşıyabilmesi için matematiksel ve mühendislik adımları ile üretim ve satış aşamaları ile sonlandırılır.
1960’lı yıllarda artık müşteri ve pazar beklentilerinin inovasyon üzerindeki gücü anlaşılmış ve “Talep Kökenli İtki İhtiyaç Modelleri” inovasyon süreçlerinde daha fazla önem arz etmeye başlamıştır. Teknoloji modellerinde olduğu şekilde doğrusal basamaklardan oluşan özelliğe sahip olan bu modellerde, inovasyonun ardındaki temel neden, piyasa talepleri olmuştur.
1970’li yıllardaki veriler ışığında doğrusal inovasyon modellerinin endüstriyel inovasyonları açıklamakta yetersiz kaldığı gözlemlenmiştir.
Bu noktadan itibaren inovasyonun bilim, teknoloji ve piyasa arasındaki karşılıklı etkileşim ile daha doğru şekilde açıklanabileceği kabul edilmiştir. Bu şekilde üçüncü nesil eşleşme ve interaksyon modelleri türetilmiştir. Hobday’e göre, etkileşim sürekli bir şekilde değil, birbirinden bağımsız süreçlerde ortaya çıkmaktadır. Bu etkileşim biçimi hem organizasyon içi, hem de organizasyon dışı karmaşık ilişkilerde, firmanın karar alma süreçleri ve genel çevre ile piyasa dinamiklerini de göz önüne alarak gerçekleşmektedir (Girgin, 2014)
1980’li yıllara gelindiğinde, doğrusal ve doğrusal olmayan modellerin özünde aynı mantık ile çalıştığı anlaşılarak, her ikisinden de organizasyon içi faaliyetlerde faydalanmak üzere dördüncü nesil olan birleştirilmiş modeller geliştirilmiştir. Zaman içinde bu model de evrilerek, sistemlerin entegrasyonu ve ağ modelleri fikrini doğurmuştur.
Daha ileri dönemlerde ortaya çıkan evrimci inovasyon modellerinde, inovasyonlar birer mutasyon olarak tanımlanmıştır ve yeni gelecek inovasyonların, eskiden inovasyon olarak nitelendirilen yeniliklerin yerini alarak sürekli bir gelişme yaratacağı savunulmuştur. Son olarak ise inovatif çevre (Milieux) modelleri ortaya çıkmıştır ve bilginin ortaya konulabilmesi için coğrafi çevrenin öneminden bahsedilmiştir. Bilgiye erişimin daha kolay olduğu coğrafi çevrelerde inovasyon yaratmak için gerekli ortamın daha müsait olduğu görüşü bu modelde ortaya konulmuştur. Günümüzde teknolojik açıdan daha ileri ülkelerin, yine bir sonraki teknolojiyi yakalamak için, gelişmemiz ya da az gelişmiş ülkelere göre çok daha fazla avantaja sahip olduğu gerçeği de bu modelle tam olarak örtüşmektedir. 21. Yüzyılda ucuz işgücü ve kolay ulaşım sebepleri ile üretimlerini Çin’e kaydırmış olan Avrupalı teknoloji firmalarının etkisi sayesinde Çin’de zaten zaman içinde oluşmaya başlamış olan bilgi alt yapısı daha da gelişmiş, günümüzde bu yapı Avrupa ülkelerinin bilgi birikimini dahi geride bırakır hale gelmiştir. Artık Çin’in , üretim faaliyetlerini buraya taşıyan firmalara bilgi transfer edebilecek konuma gelmesi de tersine inovasyon örneği olarak nitelendirilebilir. Bu model ile araştırma ve geliştirme faaliyetlerine yeterince kaynak ayıramayan nispeten daha küçük firmaların, inovasyon sistemlerindeki yerini belirleme ve diğer firmalar ile rekabet edebilme yeteneğine kavuşması konusunda daha açık önergeler sunduğu da söylenebilir (Marinova ve Phillimore 2003 aktaran Eden 2009).
Alt başlıkları ile birlikte inovasyon modelleri, öncelikle lineer modeller ve lineer olmayan modeller olarak iki ana başlıkta incelenebilir. Ardından Lineer modeller altında teknoloki ve Pazar merkezli inovasyon modelleri, lineer olmayan modeller altında ise eş zamanlı bağlantı, interaktif inovasyon, sistematik ağ tabanlı öğrenme modelleri şeklinde üç alt başlık ve yine teknoloji merkezli modeller de dinamik inovasyon modeli, Tushman ve Rosenkopf’un teknoloji yaşam döngüsü modeli ve Foster’in S eğrisi modeli şeklinde geliştirmeler yaşamıştır.
Katma Değer Kavramı ve Katma Değerli İnovasyon
Globalleşen dünyada teknolojinin de etkisinin hızla artması sonucunda piyasalarda önemli değişiklikler eskiye oranla çok daha hızlı şekilde yaşanmaktadır. Rekabet avantajı elde etmek isteyen firmalar artık çok daha fazla dinamiğin aynı anda etkisinde olduğunu bilerek, daha fazla değişeni sürekli olarak hesaplamak ve performanslarını arttırabilmek için yenilikçi, teknolojik ve satın alma, birleşme gibi iktisadi kavramları takip etmek zorundadırlar. Bununla birlikte işletme performanslarının da ölçülmesinin ve işletmenin değerinin artması için gerekli çalışmaların yapılması, potansiyel yatırımcıları çekebilmek için gün geçtikçe daha fazla önem arz etmektedir. Günümüzde geleneksel performans değerlendirmelerinin manipülasyona açık olması sebebi ile işletmeler de değer artışı ve ölçülmesi için farklı arayışlara yönlenmiştir. Bir işletme için ekonomik katma değer (EVA), net karın, o karı elde etmek için harcanan sermaye maliyetinden arındırılarak ulaşılan değer olarak ifade edilebilir ve ilk kes Stern&Stewart tarafından kullanılmıştır (Topal, 2008).
Göker’in anlatımı ile rekabet üstünlüğüne yönelik iktisadi literatürün önemli kaynaklarından M.Porter’ın, “Ülkelerin Rekabet Başarısı” adlı çalışmasında dediği gibi, bir ülkenin temel iktisadi amacı, vatandaşlarının yüksek bir hayat standardı yakalamasını temin etmek ve sürekli olarak ilerletmektir. Bunun için temel araç ise üretkenliktir. Üretkenlik, hem ürünlerin kalite ve özelliklerine, hem de imalattaki verimliliğe bağlıdır (Bu noktaya kadar anlatılan kısımlarda genellikle şirketlerin üretkenliği ele alınmışken, buradan sonra artık ülkelerin üretkenliği ele alınarak ekonomik katma değer kavramının ulusların yücelmesindeki önemi incelenebilecektir). Ulusal seviyede rekabet edilebilirlik konusunda en önemli kavram ise ulusal prodüktivitedir. Bu kavramın sürekli olabilmesi için ise ulusların ve barındırdığı şirketlerin kendilerini sürekli olarak geliştirmesine bağlıdır. Bununla birlikte tüm yetenek kategorilerini günümüz terminolojisine uygun olacak şekilde “İnovasyonda Yenilik Kazanma” kavramı ile ifade etmek mümkündür (Göker, 2000).
Göker, ilgili makalesinde hangi alanlarda yapılacak yeniliklerin daha önemli olduğunu da vurgulamaktadır ve inovasyonu, bilim ve teknolojide toplumsal ya da ekonomik bir fayda sağlamak olarak nitelendirmiştir. Bilim ve teknolojiyi ekonomik bir faydaya dönüştürmekten ziyade, bilimin kendisini üretmenin öneminin altını çizmektedir. Geliştirdiği inovasyon kapasiteleri ile Japonya ve Güney Kore’nin 21. Yüzyıl’da da bu başarılarını devam ettirebilmek adına ulusal çapta çalışmalarını ve planlamalarını sürdürdüklerini belirtmektedir. Bu faydaları ülkemizin de geliştirebilmesi için izlemesi gereken yolu tanımlarken Göker, hangi alanlarda yenilikler yapılması gerektiğini ifade ederken “Jenerik teknolojiler” kavramını kullanmıştır. Her ülkenin kendi koşulları ve gelecek planı, ilgilenilecek alanları belirleyeceği gibi, birtakım teknolojilerin, ülkelerin global dünyada ayakta kalabilmesi için asla geri kalmaması gereken teknolojilerin olduğunu da belirtmiştir ve çağımızın jenerik teknolojisi olarak enformasyon teknolojisini ön plana çıkarmıştır. Bilgiye egemen olunmadığı takdirde inovatif olmamın da mümkün olamayacağını belirtmiştir. Ülkemizin gelişmişlik düzeyine bakılarak, enformasyon teknolojilerine uzak olduğumuz ya da ulaşamayacağımız yanılgısına düşmememiz gerekmektedir. Yüksek teknolojinin bir zamanlar olduğu gibi biyoteknolojide, uçak sanayilerinde ve bilgisayar sistemlerinde tanımladığı şeklinde değil, üretilen ürün ya da hizmet ne kadar basit görünse de bütün alanlarda kullanılabilen bir çalışma tarzı olduğunu belirtmiştir ve bunun her türlü üretim alanında özümsenmesi gerektiğini belirtmiştir (Göker, 2000).
Yazar: Özgür Aslan